ÖĞRENDİM Kİ...

29 Temmuz 2013
0 yorum

                Yıllar Sonra Öğrendim ki...

Öğrendim ki...
Kimseyi sizi sevmeye zorlayamazsınız.
Kendinizi sevilecek insan yapabilirsiniz,
Gerisini karşı tarafa bırakırsınız.

Öğrendim ki...
Güveni geliştirmek yıllar alıyor,
Yıkmak bir dakika.
Öğrendim ki...
Hayatında nelere sahip olduğun değil
Kiminle oldugun önemli.



Öğrendim ki...
Sevimlilik yaparak 15 dakika kazanmak mümkün
Ama sonrası için bir şeyler bilmek gerek.
Öğrendim ki...
Kendini en iyilerle kıyaslamak değil
Kendi en iyinle kıyaslamak sonuç getirir.
Öğrendim ki...
İnsanlarin başına ne geldiği değil
O durumda ne yaptıkları önemli.
Öğrendim ki...
Ne kadar küçük dilimlersen dilimle
Her işin iki yüzü var.
Öğrendim ki...
Olmak istediğim insan olabilmem
Çok vakit alıyor.
Öğrendim ki...
Karşılık vermek
Düşünmekten çok daha basit.
Öğrendim ki...
Bütün sevdiklerinle iyi ayrılman gerek
Hangisi son görüşme olacak bilemiyorsun.
Öğrendim ki...
"Bittim" dediğin andan itibaren
Pilinin bitmesine daha çok var.

Öğrendim ki...
Sen tepkilerini kontrol edemezsen
Tepkilerin hayatını kontrol eder.
Öğrendim ki...
Kahraman dediğimiz insanlar
Bir sey yapılması gerektiğinde
Yapılması gerekeni
Şartlar ne olursa olsun yapanlar.
Öğrendim ki...
Affetmeyi öğrenmek deneyerek oluyor.

Öğrendim ki...
Bazı insanlar sizi çok seviyor
Ama bunu nasıl göstereceğini bilemiyor.
Öğrendim ki...
Ne kadar ilgi ve ihtimam gösterseniz
Bazıları hiç karşılık vermiyor.
Öğrendim ki...
Para ucuz bir başarı.
Öğrendim ki...
En iyi arkadaşla sıkıcı an olmaz.
Öğrendim ki...
Düştüğün anda seni tekmeleyeceğini düşündüklerinden bazıları
Kaldırmak için elini uzatır.
Öğrendim ki...
İki insan aynı şeye bakıp
Tamamen farklı şeyler görebilir.
Öğrendim ki...
Aşık olmanın ve aşkı yaşamanın çok çeşidi vardır.
Öğrendim ki...
Her şartta kendisiyle dürüst kalanlar
Daha uzun yol yürüyor……..                        ATAOL BERHAMOĞLU

Ve ben Betül,  öğrendim ki pişmek kolay değil!
Devamı »

DÖLLENMEDEN DOĞUMA

27 Temmuz 2013
0 yorum

25 Gün: Kalp gelişiyor.....   Hayatın mucizelerini yaşamaya dair soruların varsa cevapları içinde ara! Ama acele etme, cevaplar sen hazır olduğunda kendiliğinden sende olurlar! Kalbinde.... Kalbinin sesini dinle!


Yale Üniversitesi Tıp Fakültesinde Tıp Doçenti ve bilimsel görselleme şefi olarak kalmam için bir teklif almıştım.Ve işim NASA'nın astronotları derin uzay uçuşlarına hazırlarken sanal ameliyat gerçekleştirebilmesi için algoritmalar ve kodlar yazmaktı. Böylece robotik bölmelerinden çıkmaları gerekmeyecekti.Üzerine çalıştığımız şeyin en büyüleyici yanlarından biri bizim yeni teknolojilerle tanışıyor ve onları kullanıyor olmamızdı,daha önce hiç görmediğimiz şeyler --yani sadece hastalık tedavisinde değil,vücutla ilgili görmemizi sağladıkları şeyler de sizi hayretlere düşürürdü.



İlk defa kolajeni incelediğimiz anı hatırlıyorum.Ve tüm vücudunuz, her şey --saçınız, cildiniz, kemikler, tırnaklarınız --her şey kolajenden oluşuyor.O da ipliksi bir yapıya sahip ve kıvrılıp duruyor. Kolajenin yapısının değiştiği tek yer ise gözünüzün korneası.Gözünüzde,ağsı bir yapıya bürünüyor,ve böylece, donuk olmanın tam aksine transparan hale geliyor.Öylesine mükemmel düzenli bir yapı ki,bu işte Tanrının parmağının olmadığını söylemek zorlaşıyor.Vücuda ait böyle şeyleri tekrar tekrar görebiliyorduk.

Bir defasında, Ulusal Sağlık Kurumuyla beraber çok ilginç bir mikromanyetik rezonans görüntüleme makinesi üzerinde çalışan biri ile tanışma fırsatım oldu.Beraber yapacağımız şey yeni bir proje ile bu tür yeni teknolojileri kullanarak, fetüsün döllenmeden doğuma dek gelişim aşamalarını görüntülemekti. Ben algoritma kodlarını yazdım,o - Paul Lauterbur - da yazılımı kurdu.sonrasında MRI icadıyla Nobel Ödülünü de aldık.Veriler bende.Ve şimdi size bunun küçük bir örneğini göstereceğim,"Döllenmeden Doğuma."

 Döllenmeden Doğuma....OvositSperm Döllenen yumurta..... 24 Saat: Bebeğin ilk bölünmesi...... Döllenmiş yumurta birleşmeden bir kaç saat sonra bölünüyor.....Ve her 12 - 15 saatte bir tekrar bölünüyor. İlk EmbriyoVitellüs kesesi hala bebeği besliyor. 25 Gün: Kalp gelişiyor..... 32 Gün: Kollar ve eller gelişiyor. 36 Gün: Vertabranın gelişimi başlıyor. Bu haftalar fetüsün en hızlı geliştiği dönemdir. Eğer fetüs 9 aylık süreçte bu hızda gelişmeye devam etseydi doğumda 1,5 tona ulaşırdı. 45 Gün Embriyonun kalbi anneninkinden iki kat hızlı atıyor.51 Gün 52 Gün: Retina, burun ve parmakların gelişimi.... Fetüsün rahimdeki devamlı hareketi iskelet ve kas oluşumu için gerekli.12 Hafta: Cinsel organın oluşumu --kız ya da erkek olduğu henüz belli oluyor. 8 Ay Doğum: Dışarı çıkış anı .....Doğum Anı

Ama gördüğünüz gibi, bu veriler üstünde çalışmaya başladığınızda bunun nasıl muhteşem olduğunu görüyorsunuz.Görüntülememiz ilerledikçe,bu projede çalışmak,böylesine inanılmaz mekaniğe sahip o iki hücreye bakmak sizi büyüleyiveriyor. Ve bu çalışmaya devam ettikçe,vücudun küçük parçalarına bakıp anladık ki,blastositten gelen bu küçüktrofoblast doku parçalarının kendisini uterusun kenarından içeri itmesi,ve "Kalmaya geldim." demesi bir mucize.Ve aniden östrojenle bir iletişim başlıyorve progesteronlar"Kalmaya geldim, beni yaşat" diyerek inanılmaz trilinear bir fetüsü 44 gün içerisindefarkedilebilir hale getiriyorlar,ve 9 haftadaartık minik bir insan gibi oluyor.Bu bilgideki mucize:Nasıl oluyor da vücudumuzda tüm bunları yapabilecekbir biyolojik mekanizmayıyaşatıyoruz?

Size çok özel bir şey göstereceğim, bu 25 haftalık bir insan kalbi. Sadece iki şerit.Ve bu kusursuz bir origami gibi hücreler gelişiyor... dört hafta boyunca saniyede bir milyon hücre ile,kendi kendine katlanıyor. Beş hafta içinde, ilk atriyum ve venrtikülü görebilirsiniz.Altı haftada, katlanmalar şimdi başlıyor.kalbin içindeki papillayla tamamen gelişmiş bir kalbe ulaşana kadar her bir valfi kalbin içine doğru çekmeye devam edecek --ve tam bir insan vücudu oluşana kadar.Her genetik yapının içindeki mekanizmadaki büyü her sinir hücresinin tam olarak nereye gideceğini söylüyor --bu matematiksel modellerin karmaşıklığı ve tüm bunların nasıl yapıldığı insanın anlayabileceğinin ötesindedir.

Bir matematikçi olmama rağmen,bizi oluştururken bu yapıların nasıl kurulduğuna hiç hata yapmayışlarına büyülenerek bakıyorum.Bu bir gizem, bu bir büyü, İLAHİ bir şey bu.Ve sonra yetişkin hayatlarına bakıyorsunuz.Şu kılcal damar gruplarına bir bakın.Çok küçük alt-alt yapılar, mikroskobik.Ama dokuz aylıkken, yeni doğduğunuzda,vücudunuzdaki damarlar 60.000 miluzunluğuna ulaşıyor.Ve bunun sadece bir milini görebiliyorsunuz.59.999 milbesin getiriyor ve atıkları taşıyor.Tüm bunların sadece bir sistem içinde oluşturulmasındaki karmaşıklık yine bizim algılarımızın ya da günümüz matematiğinin ötesinde.

Ve tüm bu talimatlar beyinden vücudun diğer bütün bölümlerine gidiyor --şu kıvrımların karmaşıklığına bakın.Bir kıvrımın daha çok bilgi tutabileceği bilgisi nereden geliyor?bu arada bebeğin beyin gelişimini izliyorsunuz --ve bu da bizim şimdi yaptığımız şeylerden biri.Bebeklerin doğumdan sonraki beyin gelişimlerini inceleyen iki yeni çalışma başlatıyoruz.Altı yaşına gelene kadar her altı ayda bir --ve bunu aslında yaklaşık 250 çocukla yapacağız --beyin kıvrımlarındaki girinti ve çıkıntıların nasıl oluştuğunu ve bu muhteşem gelişimin anılara ve biz biz yapan mucizeye nasıl dönüştüğünü izleyeceğiz.

Ve bu sadece varoluşumuz değil,nasıl oluyor da bir kadın vücudu kendi kendini yaratan genetik yapıyla başlayıp daha sonra aslında yürüyen mobil bir immünolojikve kardiyovasküler sisteme dönüşerek bir çocuğu mucizeyle yetiştirip besleyebileceğini anlamasını sağlayacak bilgiye sahip oluyor? ve bu yine bizim algılayabildiğimizin ötesinde -- VAR OLMANIN BÜYÜSÜ, yani BİZ!
Alexander Tsiaras

Devamı »

ŞAH VE PİYON

26 Temmuz 2013
0 yorum
24 Kasım 2004 tarihinde kızıma yazdığım mektuptan önceki sayfaya yazmışım aşağıda yazdıklarımı. Bana ait değil, ama kime ait bilmiyorum maalesef. Sanırım çok beğenmişim ki defterime yazmışım! 

Bazı yerlerine ŞU AN HİÇ KATILMIYORUM ama yine de paylaşmak istedim. 

Bu yazı nerden nereye geldiğime dair inanılmaz bir kanıt oldu kendim için….. Başka bir yazımda bunun nedenini mutlaka sizlerle paylaşacağım. Hadi, şimdi okumaya.. İyi okumalar:


“ŞAH VE PİYON

Bazen hayatımız giren öyle insanlar olur ki; onların belli amaca hizmet etmek, bize bir ders vermek, kim olduğumuzu ya da olmak istediğimizi bulmamıza yardım etmek için bizimle olduklarını yüreğimizin derinliklerinde hissederiz.

Bu insanların kim olacağını asla önceden kestiremezsiniz; belki oda arkadaşınız, komşunuz, uzun zamandır görmediğiniz bir arkadaşınız, sevgiliniz ya da belki de sadece göz göze geldiğiniz bir yabancı. Her kim olursa olsun, o kader anında hayatınızın bir biçimde etkileneceğini bilirsiniz.


Bazen de hayatınızda öyle olaylar yaşarsınız ki; o anda bu olaylar size korkunç, acı dolu, haksız gibi görünür. Ancak fırtına dindikten sonra, bütün bu olayların üstesinden gelmemiş olsaydınız, asla potansiyelinizin, gücünüzün, azminizin ve yürekliliğinizin farkına varamayacağınızı anlarsınız.

Her olayın bir gerçekleşme nedeni vardır. Hiçbir şey tesadüfen, kötü ya da iyi şans nedeniyle gerçekleşmez.  Hastalık, yaralanma ve deneyimler ruhumuzun sınırlarını test eden olaylardır. İster olaylar, ister hastalıklar, ister ilişkiler olsun, bu küçük testler olmasaydı hayat hiçbir yere varmayan düz ya da sıkıcı bşr yol gibi uzayıp giderdi. Güvenli ve rahat, ancak boş ve amaçsız.

Yaşamınızı, başarılarınızı ve düşüşlerinizi etkileyen insanlar, kimliğinizi yaratan insanlardır. Kötü deneyimler bile birilerinden öğrenilebilir. Bu dersler en zor, ancak büyük bir ihtimalle en önemli olanlardır.

Eğer biri sizi kırar, ihanet eder ve üzerse, size güveni ve kalbinizi açtığınız birine karşı dikkatli olmayı öğrettikleri için onları affedin.

Eğer sizi biri severse, sizde bunun karşılığında onu koşulsuz sevin; sadece onlar sizi sevdiği için değil, size sevmeyi ve onlar olmadan göremeyeceğiniz ya da hissedemeyeceğiniz şeylere kalbinizi ve gözlerinizi açmanızı öğrettikleri için.

Her günün tadını çıkarın. Her anın değerini bilin ve belki de tekrar yaşayamayacağınız bu andan alabileceğiniz en fazla şeyi almaya bakın. Daha önce hiç konuşmadığınız insanlarla konuşun, onları dinleyin, aşık olun, zincirlerinizi kırın ve gözünüzü zirveye dikin. Başınızı dik tutun, çünkü bunun için her türlü hakkınız var. Kendinize büyük bir insan olduğunuzu tekrarlayın ve kendinize inanın. Eğer kendinize inanmazsanız, hiç kimse size inanmaz. Hayatınızı nasıl istiyorsanız öyle şekillendirebilirsiniz. Kendi özgün yaşamınızı yaratın, dışarı çıkın ve onu yaşayın.


Unutmayın, oyun bittiğinde ŞAH ve PİYON AYNI KUTUYA KONULUR!”

Devamı »

MUTLULUK EVİ

0 yorum

11 Şubat 2001 , günlerden Pazar, saat 00:30….. Kızıma yazdığım mektuplardan biri…. 

“Canım kızım, bugün odana “mutluluk evi” yaptık……..Günler öyle çabuk geçiyor ki bebeğim. Zamana yetişmek zor. Sana yazmayalı bir ay geçmiş… Çok sık İzmir’e gidiyorum, çok yoruldum ama doktoramın bir an evvel bitmesi için bu şart. İzmir’den dönerken yol bitmiyor, sanki uçarak geliyorum yanına. Öyle özlüyorum ki seni canım kızım…….. İkimizde daha iyiyiz. Mutlu olmaktan başka iyi bir yol yok ki! Aslında için için çok kızgınım ama her şeyi oluruna bıraktım artık…..

24 Kasım 2004, günlerden Çarşamba, saat 23:53….. Bir diğer mektup.... 

“Canım kızım, evet tam 2 yıl geçivermiş! İNANILMAZ! Zaman  nasıl geçiyor hızla! Yetişmek imkansız! Bir sürü şey oldu. Hem de önemli şeyler. Bir kere DOKTORAYI bitirdimm! Sen ilkokula başladın!..... Evet kızım doktorayı bitireli yaklaşık 1 yıl oldu! İnanılmaz bir irade savaşıydı! Son 2-3 ayını hatırlamak bile istemiyorum….. Artık geceleri uyuyorum.  Son 6 ay nerdeyse hiç uyumadım…. Sürekli İzmir’e gittim, geldim… İçim rahat! Günlük gidip geldim İzmir’e.. Her akşam kitabını okuyup seni öpe koklaya uyuttuktan sonra başladım çalışmaya sabahlara değin. Sonra sabah 5 otobüsüyle İzmir’e… Otobüs koltuğuna oturur oturmaz anında uyuyup kalıyordum! Ve işte bitti! Bundan sonrası çok daha iyi olacak!”

Kitaplarımın arasında ajanda bir deftere yazmışım.. Kızıma.. Yaşadıklarımızı yazmışım… Hepsini burda paylaşamadım.. Paylaşmaya cesaret edebildiklerim bunlar! Şu an hem yıllar önce yazdıklarımı okuyup hem bir yandan yazarken gözyaşlarıma engel olamıyorum…

Ve aklıma çok sevdiğim ve eğitimlerimde söylediğim birkaç cümle geldi: “HAZIR OLUN YA DA OLMAYIN, BİR GÜN SONA GELECEKSİNİZ! O GÜN GELDİĞİNDE ……………………………………………………….HİÇ BİR ÖNEMİ KALMAYACAK….
ÖYLEYSE ÖNEMLİ OLAN NEDİR?
YAŞADIĞIMIZ GÜNLERİN DEĞERİ NEYLE ÖLÇÜLÜR?”

Kalemim benden ayrı yazıyor, engel koymuyorum... Bıraktım.... Sadece yazıyorum.....

Anladım  ki, insanın her yaşadığı şeyin bir sebebi var. Geçmiş bizi şimdiki anda geleceğe hazırlıyor! Ama biz geçmişe ve geleceğe öyle takılı yaşıyoruz ki anı, anda yaşayamıyoruz! Tam 12 yıl önce yazdıklarımı okuyunca yaşadığım her şeyin ve tanıştığım her insanın bana ne çok şey kattığını hissettim. Çok kolay değildi.. Taa ki olanı gerçekten görmeyi, duymayı, yaşamayı ve hissetmeyi öğrenmeye başlayana kadar! Sanırım bu yolculukta önemli olan bu: “Olanı GERÇEKTEN GÖRMEK, DUYMAK, YAŞAMAK, HİSSETMEK…” Artık kendimi kendimle kandırmıyorum! Ne çok kandırmışım kendimi… Baksanıza “Mutluluk Evi” yapmışım kızımın odasına! Ne çok aramışım mutluluğu….. Oysa ki mutluluk korkularınla dost olmak, kendine bir şans vermeye her zaman istekli olmak, inandıklarım ve yapmak istediklerim arasındaki mesafenin aslında olmadığını bilmekmiş, kendin olmakmış, kendine dürüst olmakmış, hayatla uyum içinde yaşamakmış………! Mutluluk hayatın mevsimler gibi olduğunu kışın ardında yazın, yazın ardından kışın geldiğini görmekmiş… Mutluluk her kışın arkasında çiçek açan bir ağacın verdiği yaz müjdesiymiş….. Mutluluk endişelerinle oyun oynamayı öğrenebilmekmiş! Mutluluk öyle mutluluk evi yaparak olmuyormuş yani! 



“Mutlu olmaktan başka bir yol yok ki..”……. Seçeneksizliği kabul ediyormuşum o zamanlar! Halbuki mutsuz olma gibi bir yolumda vardı; ki uzunca bir süre “Mutlu olmaktan başka bir yol yok ki…” derken gerçekte ne çok mutsuzmuşum. Dedim ya kendine dürüst olmak: zihnime, duygularıma ve deneyimlerime derinden bakabilme cesareti ve azmiymiş!

“Bundan sonrası çok daha iyi olacak!” diye yazmışım! Evet, gerçekten de öyle! Oldu! …………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..

Duyguluyum, daha fazla yazamıyorum! Ağlamak, şimdi…. en huzur verici kumsaldan bile daha huzurlu…. Ağlamak… hem üzüntü hem mutlulukla…. Başarmışım, neler yapmışım diyerek… Ağlamak…. İnsanca!
Devamı »

BEKLENEN CEVAP BURDA!

19 Temmuz 2013
0 yorum
Hep sormuşumdur kendime “Ben Kimim?” diye… Belki de “Ne İstiyorum?” sorusuna da bu soruyla ulaştım, kimbilir?  Bi kaç hafta önce önüme öyle bir video (her izlediğimde beni ağlatan) çıktı ki ben bile inanamadım cevabın bu kadar net olmasına… Bir kere değil, defalarca izledim… Her izlediğimde yeni bir kapı açılıyor BEN KİMİM? soruma dair! Önceden açılmış olanların ardındaki kapılarda.... Zihnimdekilerle birleşince bir puzzle parçası daha yerine yerleşti gibi oldu! Zihnimden geçenleri ve bu videonun bana söylediklerinden çok az bir kısmını şimdilik kısaca yazmak istedim….. Aşağıda...


Evet, benimde kendim hakkında bir sürü düşüncem var, kimi olumlu kimi olumsuz, tabi bana göre olumlu-olumsuz … Olumlu olumsuz diye dillendirince aklıma hemen olumlu olumsuz ne Betül? diye bir soru geliverdi! (Bir süre sonra insan dulaiteden çıkmaya başlıyor!)

Olumlu ne, olumsuz ne sahi?! Olumlu dediğim şey işime gelen şey, olumsuz dediğim ise işime gelmeyen şey! olmasın sakın! Evet evet öyle… Ya da kendimizi iyi hissettiğimiz şeyi olumlu, kendimizi iyi hissetmediğimiz şeyi  ise olumsuz olarak mı etiketliyiveriyoruz hemencecik!  Damgayı yiyiyor DANK diye… Bu olumlu, bu olumsuz, bu iyi bu kötü, bu olur, bu olmaz….. liste uzun…. Ömür yetmez yazmaya…..

Bu etiketler ne? KiM olduğuma dair düşüncelerim! (mi?)… Sadece düşünceler, etiketli düşünceler… Hahhh haaa, düşünsenize bir düşüncenin üzerinde etiket var ve şu yazıyor:” Bu ürün Betül!ün beyni tarafından üretilmiştir. Made in Betül” ! Diyelim ki ürünün adı anne olsun, elbette etiketi var!  Anne ürününün her zerresinde anne olmakla ilgili binlerce milyarlarca bilgi var! Ya da eş etiketini düşünelim, büyük bir pelerin olsun mesela! Kumaşı ne cins, hangi renk, boyutu,…. Veeee en önemlisi kullanım koşulları var! Evveeet, her etiketin sahip olduğu ürünün kullanım koşulları farklı farklı… Hepsi ayrı, aman dikkat! Elektrikli bir ürünü çamaşır makinasında yıkamaya kalkamazsınız mesela…

Kendime dair bir sürü etiketim var ve her etikette de ürünüme ait yazılar!  Peki tüm bunlar benim KİM olduğumun cevabımı? HAYIR… (Bana göre tabi) Ya sizin cevabınız ne?

Peki ben kimim, gercekten? Bir sürü cevap var ama gerçekten de hiçbirisi tam olarak cevap değil gibi! Hep şunu söylerim bu sorunun ardından: “Ben hem hiçim, hem de herşeyim!” (Nasıl yani?) Ve şimdi daha bir güzel geldi söylemek: "BEN HEM HİÇİM, HEM DE HER ŞEYİM!" (Birazdan beni daha iyi anlayacaksınız. Hadi okumaya devam..)

“Ben Kimim?” sorusu bir yolculuk…. Ne zaman kendime “Ben Kimim?” sorusunu sorsam ne aradığımı, ne istediğimi sorgularken buluyorum kendimi! O sorgulamalarda   ömür boyu sürecek olan bir yolculuğa götürüyor beni! O yolculuk öyle bir yolculuk ki kimi gün derinde, kimi gün havada, kimi gün dağda, kimi gün karanlıkta, kimi gün güneşin yanında…. Ama bu yolculuktaki en güzel şey kendimle her yeni tanışmamda ya da kendime dair her tanımadığım BENle karşılaştığımda hayatın ne denli basit olduğunu fark etmem! Basit ama öyle bi şey var ki anlatması kolay değil! Belki şu istiridye hikayesi bir parça açıklayabilir:


"Bir istiridye komşu istiridyeye dedi ki:"İçimde büyük bir sancı var. Ağır ve yuvarlak; ve bana çok ıstırap veriyor."Öbür istiridye tepeden bakar bir hoşnutlukla yanıtladı:"Göğe ve denizlere şükürler olsun ki benim içimde hiç bir sancı yok. İçimde her şey iyi ve tamam.” O sırada oradan geçmekte olan bir yengeç iki istiridyenin konuşmasını duydu içinde ve dışında herşey tamam olan istiridyeye şöyle dedi:"Evet, iyi ve tamamsın; ama komşunun taşıdığı sancı gerçekte son derece güzel bir inci." HALİL CİBRAN"

İçinizde sancınız var mı?

İçinizde her şey iyi ve tamam mı?

Sizin inciniz (incileriniz) var mı?

Sen Kimsin?

“ÖZ” ünüzü fark etmeye ne kadar hazırsınız?
Hadi o zaman!
 

Devamı »

PARAMPARÇA KALBİM VAR BENİM....

0 yorum
Bir gün genç bir adam, kasabanın ortasında tüm vadideki en güzel kalbin kendisine ait olduğunu iddia etmeye başladı. Büyük bir kalabalık toplandı ve hepsi adamın kalbine hayran oldular. Çünkü adamın kalbi mükemmeldi. Üzerinde hiç bir iz  veya kusur yoktu.


Evet, hepsi kanaat getirdiler ki, genç adamın kalbi gördükleri en güzel kalpti. Genç adam cok gururlu bir sekilde kalbiyle ilgili daha da bir abartarak konusmaya devam etti.
Birden yaşlı bir adam kalabalığın önünde belirdi ve şöyle dedi:
'Senin kalbin benim ki kadar bile güzel değil?'
 
Kalabalık ve genç adam yaşlı adamın kalbine baktılar. Güçlü bir sekilde atıyordu ama yara bere izleriyle doluydu. Bazı yerlerinde eksik parçalar vardı ve yerlerine tam da uymayan başka parçalar konmuştu üzerine. Bazı yerlerde tüm parçanın eksik olduğu derin oyuklar vardı.

İnsanlar şaşırmıştı. Bu yaşlı adam kalbinin daha güzel olduğunu nasıl söyleyebilir diye düşündüler. Genç adam yaşlı adamın kalbine baktı ve durumunu görüp güldü.

'Herhalde dalga geciyorsun!' dedi.

'Kalbini benimkiyle bir kıyasla, benim ki mükemmel ve senin ki yara bere izleriyle dolu ve  kopmuş parçalarla mahvolmuş durumda.'

'Evet' dedi yaşlı adam. 'Senin ki mükemmel görünüyor ama kendimin kini asla senin kiyle değiştirmezdim. Her iz sevgimi verdiğim bir kişiyi temsil ediyor. Kalbimden bir parça kopardım ve onlara verdim ve çoğunlukla onlar da bana kalplerinden bir parça verdiler ve bu parça bende eksilen parçanın yerine girdi. Parçalar birbiriyle aynı olmadıklarından bazı kenarlar tam oturmadı ki, bundan çok memnunum çünkü bana paylastığımız sevgiyi hatırlatıyorlar. Bazan kalbimden parçalar verdim ve verdiğim kişi kendi kalbinden bir parça geriye vermedi. Bunlar da bana bu kişiler icin duyduğum sevgiyi hatırlatıyorlar ve umuyorum ki bir gün, kalbimde bekleyen boşluğu kendi kalplerinden bir parça ile dolduracaklar.'
'Dolayısiyle gerçek güzellik nedir, görebiliyor musun?'

Genç adam yanaklarından süzülen yaşlarla ayağa kalktı. Yaşlı adama doğru gitti, kendi genç ve güzel kalbine uzandı, bir parca kopardı. Bu parçayı titreyen elleriyle yaşlı adama sundu. Yaşlı adam parçayı kabul etti, onu aldı ve kalbine yerleştirdi. Daha sonra kendi izler taşıyan yaralı kalbinden bir parça kopardı ve genç adamın kalbine yerleştirdi. Parça kalbe uydu ama mükemmel değil. Genç adam kendi kalbine baktı, artık mükemmel değildi ama her zamankinden daha güzeldi, çünkü yaşlı adamın kalbinden sevgi onun kalbine akmıştı.
Yazarı bilinmiyor....
Devamı »

NE SÖYLESEM BOŞ!

0 yorum

Gece… Sessiz… Martı sesleri var çığıl çığıl penceremde… Yine çayım elbet yanımda… Bir yandan Şebnem Ferah söylüyor: “Okyanus”


“Ne söylesem boş... Ne söylesen...o da boş... Herkes kendi hayatının kitabını yazmak için var! Bu kadar..... “diye bir ses konuşmaya başlıyor benimle! Dinliyorum! Yer yer karıştırıyorum sesleri… ben mi O sesim, O’mu benim sesim… Bilmiyorum!
Yaşamak…. Sevmek, üzülmek, mutlu olmak, ağlamak, kızmak, bağırmak, gülmek…. Hepsi aslında bir kitabın sayfaları için mi o zaman! Her biri harfler mi, kelimeler mi, cümleler mi?....  Ve hatta nokta, virgül, ünlem, soru işareti mi?

Herkes kendi kitabını yazıyor, evet…  kendi kitabını… Kim memnun yazdıklarından… SEN…. bu yazıyı okuyan SEN… memnun musun kitabına  yazdıklarından?

Yazdıkların arasından  silmek istediğin bir şeyler var mı?....Ne var?Biliyor musun kitabına yazdığın her harf bir kere yazıldı mı silinmiyor!? Hiçbir silgi silemiyor yazdıklarını! Ondan bin düşünüp bi yazmak lazım(mı acaba!) Ya da amaaan sende deyip yaşamak mı olduğu gibi, geldiği gibi? Hangisi? Derin mevzuu…. (Kalemimin ucundan gelirse bi şeyler yazarım bi gün…)

Ne yazmak istiyorsun? Ve ne yazıyorsun? Hayat bu iki soru arasında bir oraya bir buraya gidip gelen sarkaç gibi! Bu sarkacın ucuna tutunmuş bir ordan bir buraya saçlarım uçuş uçuş tu ne güzel… Taa ki benden biri “Sen Ne İstiyorsun Betül? “ diye sormaya başlayınca bozuldu oyunum!

Küçük bir çocuğun masum hıçkırıklarıyla ağlamaya başladım! Ne yazdığımı bile anlayamadığım için, fark edemediğim için. Sanki başka bir dilde yazılmış gibi(ydi) benim kitabım! Sahi sen anlıyor musun kitabına yazdıklarını? Kalbim kırıktı, umutsuzdum, inanmıyordum mutluluğa…..

Ve gerçek yolculuğum o zaman başladı! Sadece bana ait olan yolculuğum ve bu yolculuğun kitabı… Gerçekten bana ait kitabımı işte o zaman yazmaya başladım. Ya da ne yazdığımı bilerek, anlayarak, fark ederek yazmaya başladım…  Bu nasıl bi şey? Anlatması kolay değil! Tuzlu ama tatlı, sıcak ama soğuk, uzak ama yakın ….. gibi.. Tüm tezatları içine barındıran bir oyunda hem yönetmen, hem senarist, hem oyuncu, hem kameraman, hem makyöz…. Hem…..
Ne kadar süre önceydi! Bilmiyorum! Bildiğim tek şey şu: “Ne söylesen boş… Boşuna nefesini tüketme! Ben kendi kitabımı yazıyorum! Ve biliyor musun ÇOK eğleniyorum…..Nokta!!!”

Eileen Caddy’den rasgele bir sayfa açtım şimdi, bakın ne yazıyor?
“Mucizelerin farkına var

Etrafında devamlı olan mucizelerin ve harika oluşumların farkına var. Günlük yaşamın sıradan şeyleri içinde kendini meşgul edip Benim mucizelerimi gözden kaçırmak çok kolaydır. Yaşam asla sıkıcı değildir; en heyecanlı şeylerle dolup taşarak akıp gitmektedir o.”

Devamı »

ORKESTRADA BİR KEDİ!

17 Temmuz 2013
0 yorum

Bir orkestra kurmaya başladım yıllar ve yıllar önce….



Bebektim, tam olarak nasıl yapacağımı bilmiyordum! Ama hayatta sesim çıksın da  istiyordum. Bende VARIm demek istiyordum, bebek aklımla! Bas bas bağırıp ağlamak dışında bir şey de bilmiyordum! Ah BEN…. Ne çaresizmişim!
Sonra büyümeye başladım… O sırada annem, babam, teyzem, eniştem, erkek kardeşim, abim, ablam, dedem, komşu, öğretmenlerim, arkadaşlarım ,…… , aklıma gelmeyen onlarca kişi….. orkestramı oluşturmaya başladılar… Öyle ya, ben küçüktüm. Ne anlardım öyle orkestra kurmaktan falan! Sonra her kafadan sesler duymaya başladım :” Şu iyi çalıyor, kalsın, şu kötü çıkar… Şu şarkı güzel olur, şunu çıkar… Ayyy sen ne biçim yönetiyorsun! Beceremiyorsun bu işi sen? Ben yaparım, dur… Olmuyor, olmuyor…  

Sonra büyüdüm, büyüdüm…. (Pınar’la büyüdüm… J) Bu kadar çok kişi bana orkestramı nasıl kuracağımı öğretmeye başlayıp, her aşamaya karışınca kafam karıştı! Beceriksiz olduğuma inandım! Eli kolu bağlı ama bunun farkında olmadan orkestrayı BEN oluşturdum sandım! MUTLU olduğumu sanıyordum. BEN BAŞARDIM sanıyordum! Türk filmi senaryosu tadında mutlu sonda yaşayıp gidiyordum…

En sonunda kafama saksı düşmedi ama bi şey DANK DANK vurmaya başladı kalbime! Ve en sonunda da şu “Sen Ne İstiyorsun Betül?”sorusunu sormaya başladım! O ana kadar hep “SEN  NE İSTİYORSUN ANNE ?” vardı, ““SEN  NE İSTİYORSUN BABA, TEYZE, AMCA……… ?” vardıhep hayatımda! Ve bunun için BEN dışındaki herkes ve her şey  BENİM HAYAT ORKESTRAMI yönetiyorlar(dı), ama aslında kötü niyetleri yoktu! Biliyorum!  Çünkü hepsi de benim için en iyisini biliyorlar(dı), gerçekten iyi niyetliler(di)… (Buna yürekten inanıyorum, valla öylesine yazmıyorum!) Onlarda kendi doğrularını yaşamak istiyorlar çünkü… Kendi şarkılarıyla benim orkestramdaki repertuarı, sesleri ve orkestra elemanlarını belirlemeye çalışıyorlar! Masumca… doğalca…. sessizce….  derinden… yavaşça…. Ve hatta bana repertuarımdaki parçaları beğenmediklerini de söylüyorlar, bunu çıkar, şunu koy diye! de sürekli müdahale ediyorlar(dı)!

Ah bu soru…. Nerden çıktı bilmiyorum! Ne güzel(miş) hayat! BEN dışındaki herkesin hayatını yaşıyormuşum GÜVEN içinde! Bildiğim gibi, ezberlediğim gibi… Oysa şimdi ne zor! Bilmediğim bir ormanda kaybolmuş bir kedi gibiyim! Titrek, ürkek, çaresiz….
BEN olmak nasıl bir şey? Bilmiyorum!


"Bir istiridye komşu istiridyeye dedi ki:"İçimde büyük bir sancı var. Ağır ve yuvarlak; ve bana çok ıstırap veriyor."Öbür istiridye tepeden bakar bir hoşnutlukla yanıtladı:"Göğe ve denizlere şükürler olsun ki benim içimde hiç bir sancı yok. İçimde herşey iyi ve tamam.” O sırada oradan geçmekte olan bir yengeç iki istiridyenin konuşmasını duydu içinde ve dışında herşey tamam olan istiridyeye şöyle dedi:"Evet,iyi ve tamamsın;ama komşunun taşıdığı sancı gerçekte son derece güzel bir inci." HALİL CİBRAN"



 
Devamı »

UZAYA GİDİYORUM!

0 yorum

Betül: Gerçekten hayattan ne istiyorum? Ne istediğimi biliyor muyum? Ne istediğimi biliyorum da bilmiyormuş gibi mi yapıyorum? Belki de ne istediğimi biliyorum ve hatta beynimde de bir istek listem de var! Eee, peki sorun ne?

Olayın dışına çıkıp dışardan gözlemci olarak yazmak istiyorum şimdi:

Gözlemci Betül: “E be Betül, madem ne istediğini bildiğini biliyorsun, hatta beyninde de liste hazır, ne diye sorup sorup duruyorsun? Sen Ne İstiyorsun Betül? diye...Niye yazı yazıvermiyorsun? Kendine işkence ediyorsun? Deli misin kızım sen? diyesim var! öncelikle…. Ve sonra da beynindeki isteklerini yaz bakalım istiyorum… Hadi…”

Betül:

“- Mutluluk,

- Sağlık,

- Huzur,”

Gözlemci Betül:” Hahh ha… Mutluluk, sağlık, huzur… Hayat işte budur? mu diyorsun şimdi…. Devam et bakalım neler çıkacak?”

Betül:

“ - Dünyayı dolaşmak,

  - Güzel bir kariyer,

  -  Gelecek nesillere faydalı olmak,

  - Varlığımı yaşamak,

  - Bolluk-bereket .......

daha devam edeyim mi Gözlemci Betül?  

Gözlemci Betül :”Hıımmm, bunlar biraz farklı oldu gibi sanki… bi de sen buraya uzaya gitmeyi de eklersin şimdi! Tam olur o zaman işte! “
Betül :

- Uzaya gitmek (Seni mi kırıcam Gözlemci Betül!) “

Gözlemci Betül:

“Bu kadar mı?

Gerçekten ne istediğin konusunda net misin? Net olsan? Nasıl olurdu? Neler yapardın? Nasıl yapardın? Listele, listele…. Niye icraat yok? Sen politikacı mısın? Laf var, icraat yok!

Hadi şimdi bu listeden 3 tanesini seç. “

Betül: “Tamam seçtim: Sağlık, Kariyer, Huzur olsun…. “

Gözlemci Betül:

“ Oku bakalım şimdi aşağıdaki yazıyı…

“Korkularınıza harcadığınız kadar çok enerjiyi, hayallerinize de harcadığınızda, mucizeler gerçekleşmeye başlar.”  Richard Wilkins

 Betül: "Bu ne şimdi?"
Gözlemci Betül: "Sen ne anlarsan Betül!"

Betül : " :-("

 
Devamı »

CANIM YANIYOR!

16 Temmuz 2013
0 yorum

“İstemek insanın canını yakar!”…..


Mis gibi çay kokusu sarmış evi, kalemim yazıyor yine, dalmışım…. derinlere…  Öyle bir noktaya geldim ki yazarken, yazmaktan korktum! Yazacaklarımdan!

Ben hazır mıyım ne istediğimi bilmeye, öğrenmeye?  Offf, ki ne offfff… Sıkıldım… Kafam dağılsın istedim, arkama yaslandım, bir yudum çay içtim pembe çiçekli fincanımdan…
 
 
Saçım başım dağılmış, parmaklarım kalemin şeklini almış adeta…kolum ağrımış yazmaktan… Beynim zonkluyor! Hazır mıyım? Sorusu ağır geldi. İstemek ve hazır olmak ne demek? diye mırıldandım.. Etrafta biri görse bu kadın deli mi ne , kendi kendine konuşuyor diyecek!

Evet ya…. istediklerini bilmek için insanın hazır olması (mı) gerekiyor?
Oturuyorum! Öylece….. Ne kadar bilmiyorum! Sonra gözüme takılan masamın üzerindeki onlarca kitaptan biri! Can sıkıntısıyla açtığım bir sayfa… Karşıma çıkan cümle… inanamıyorum, karşıma çıkan sayfaya ve okuduklarıma..... inananamayacaksınız!
Açtığım sayfada ilk okuduğum cümle:

“İstemek insanın canını yakar!”…..
Gerçekten içim sızladı o an! Kalbimde bi şeylerin aktığını hissettim! Meraklandım daha da...
Konu başlığına baktım. Konu: İstemek! Yok artık dedim! Tesadüf mü bu gene! Kuantum denen şey bu galiba… Sorunca cevap bu kadar çabuk mu geliyor? Şaşkınım. Ya da bu ne? Okumaya başladım merakla… Kısaca size de özetleyeyim.
İstemek kelimesinin iki anlamı varmış. Bunlardan biri arzulamak, diğeri ise bir şeyin eksik olduğu durummuş. Yani;

1)      Bir şeyleri arzulamak için istemek

2)      Eksik olan şeyi tamamlamak için istemek

Eksikliğini hissettiğimiz şeyi istemek ve istediğimiz şeyi hissetmek! İyi de ne istediğimi soruyorum ya derken ardından gelenler sanki cevabın devamı gibiydi. Neyi istiyorsak ve şu anda sahip olmadığının farkına varınca hem istek hem de eksiklik anlamını tecrübe etmekmiş.  Yani bende olmayanın farkına varmak, şu an ki gerçekliğimi tarafsızca ve yargısızca gözlemek… Kendimi kandırmamak! Bir nevi olduğum yerden gerçekten olmak istediğim hale gitmek!

Bu, tam olarak benim duymak istediğim cevap mı? Değil galiba. Ama ”bende olmayanın farkına varma” kısmı bir çizik attı sanırım içime!

Yine çuf çuf yaklaşan soru treni.. Her bir vagonda sorular, sorular, sorular......

Neyi arıyorum?

Ne istiyorum?

Bende olmayan ne?

Niye?

…………………………..

"Her şeyin sizin zihninizde olduğunu, sizin zihinden öte olduğunuzu  ve gerçekten yalnız başınıza olduğunuzu ne zaman idrak ederseniz, işte o zaman her şey sizsiniz." Maharaj

 

 
Devamı »

GÜL BAKALIM!!!

0 yorum
İşte buldum! 

Ne istediğime dair bir şey buldum: “DÜNYA OKULU” adlı bir eğitim  kurmak! Hem de Uluslararası… Nasıl bir okul mu? Nasıl anlatayım? Çoook uzun sürer, en azından bir kısmı için fikir versin isterseniz John Hunter’ın yaptıklarını okuyun ya da videosunu izleyin. Her ne olursa olsun, şikayetleri bir kenara bırakıp önce evimizin önünü süpürdüğümüzde ve sorumluluklarımızı gerçekten yerine getirebildiğimizde niye olmasın? İmkansız diye bir şey yok! İmkansız olsun diye yaşamak var! Ne dersiniz?

Hadi buyrun:

“Bugün burada bulunmaktan büyük mutluluk duyuyorum Çok şanslı olduğumu hissediyorum. Bana aktarılan bu iyi duygulardan çok etkilenmiş durumdayım. Karım Leslie'ye seslendim ve dedim ki "Bildiğin gibi, bir çok iyi insan var çok fazla iyi şeyler yapmak için çaba harcayan Sanki "bir melekler topluluğunun ortasına inmiş" gibi hissediyorum. Bu gerçek bir duygu. Fakat artık konuşmama başlamalıyım -- saatin ilerlediğini görüyorum.

Ben bir devlet okulu öğretmeniyim, ve sizlerle müdüremiz ile ilgili bir hikaye paylaşmak istiyorum. Onun Adı Pam Moran Virginia, Albermarle İlçesinden, Blue Ridge Dağlarının eteklerinde. Ve kendisi bir hayli ileri-teknolojik bir amirdir. Akıllı yazı tahtaları kullanır, blog yazarlığı yapar, Tweet'ler, Facebook kullanır, kısacası bu ve benzeri ileri-teknolojinin araçlarını etkin kullanır. Hem bir teknoloji lideri, hemde bir eğitici liderdir. Fakat ofisinde eski ve yıkık dökük ahşap bir masa vardır-- yeşil boyası pul pul soyulmuş, hatta köhne denilebilecek bir masa. Ona dedim ki, "Pam, sen modern ve bunu en iyi şekilde hayatına yansıtan bir insansın. Bu eski masanın ofisinde olmasının sebebi nedir?"

Bana dedi ki, Bildiğin gibi ben Güney-Batı Virginia'da büyüdüm, Kırsal Virginia'nın kömür madenlerinin ve tarım alanlarının olduğu bölgesinde, ve bu masa büyük babamın mutfağında dururdu. Biz oyun oynamaktan döndüğümüzde, o da tarlayı sürmekten ve çalışmaktan döndüğünde her akşam masanın etrafında otururduk. Ve bir yandan büyürken, bir yandan çok şey öğrendim çok fazla kavrayış ve bilgelik bu masanın etrafında ortaya çıktı, Ben de onu bilgelik masası olarak adlandırmaya başladım. Büyük babam vefat ettikten sonra, bu masayı yanımda getirdim ve ofisime koydum, ve bana onu hatırlatıyor. Bana zaman zaman boş bir tablanın etrafında neler olabileceğini hatırlatıyor." Sizlere bahsedeceğim proje Dünya Barış Oyunu adını taşıyor ve aslında o da bir boş tabla. onu da 21.yy' ın bilgelik masası olarak düşünmek beni mutlu ediyor gerçekten.

Her şey 1977 yılında başladı Genç bir adamdım, ve üniversiteden bir ayrılıp bir geri dönüyordum. Ailem çok sabırlıydı, bir yandan da mistik arayışlarım doğrultusunda Hindistan'a ziyaretler gerçekleştiriyordum. Hindistan'dan en son döndüğüm zamanı hatırlıyorum -- uzun beyaz elbisemin içinde uzun bir sakal ve John Lennon gözlüklerimle, Babama demiştim ki, "Baba, galiba sonunda ruhsal aydınlanmaya ulaştım." Bana dedi ki, "İyi öyleyse, bulman gereken tek bir şey daha kaldı" Dedim ki "O nedir baba?" "Bir iş."  bana bir iş bulmam için yalvardılar bunun üzerine ben de okula başladım ve konum bir şekilde eğitim oldu deneysel bir eğitim programıydı Bu dişçilik de olabilirdi ama "deneysel" kelimesi içinde olduğundan kendimi katılmak için bir nevi zorunlu hissettim.

bir iş görüşmesine gittiğimde Virginia Başkent'te Richmond Devlet Okulu'nda üç parçalı bir takım elbise satın aldım --bu benim görüşme için verdiğim tavizdi, uzun sakal ve afro saçlarımla birlikte platform topuklu ayakkabılarım da dahil olmak üzere -- o zamanlar 70'lerdi-- içeri girdim, oturdum ve mülakatı gerçekleştirdik. Herhalde öğretmen kıtlığı yaşıyorlardı, çünkü amir, adı Anna Aro idi, Özel öğrenciler için öğretmenlik işini aldığımı söyledi. Çok şaşırmış ve sersemlemiştim, ayağa kalktım, ve dedim ki " Peki öyleyse, teşekkür ederim, ama ben şimdi ne yapacağım?" Özel eğitim fazla bilindik değildi. Kullanmak için çok fazla materyal yoktu. Ben de sordum, "Ne yapmalıyım?" Cevabı benim için bir şoktu. Beni sersemletti. Cevabı, o zamandan sonraki tüm kariyerim için kullanacağım şablonu oluşturdu.

Bana dedi ki, " Sen ne yapmak istiyorsun?" Bu soru zihnimi berraklaştırdı. Herhangi bir program direktifi yoktu, bir el kitabı mevcut değildi, özel eğitimde bu şekilde herhangi bir standart yoktu ve zihnimde öyle bir yer açtı ki, bundan sonra ben de öğrencilerim için kendi anlayışları doğrultusunda kendi anlamlarını çıkaracakları bir boş tabla oluşturmaya gayret ettim………………………….


Sizlere bahsetmek istediğim World Peace Game, Şu şekilde başladı: Oyun bir buçuk- iki metrelik bir kontrplak tahtanın üzerindeydi 1978 yılında, şehir içinde bir devlet okulundaydım. Afrika'daki çocuklar için bir ders hazırlıyordum. Dünyadaki bütün problemleri bu kontrplak tablanın üzerine yerleştirdik, ve ben dedim ki, bırakalım da çözsünler. Sadece konu anlatmak ya da kitap okumak istemedim. Onların konunun içine girmesini ve tüm benlikleri ile öğrenmeyi hissetmelerini istedim. Düşündüm ki, oyun oynamayı seviyorlar. Bir şeyler yapmalıyım -- interaktif olarak adlandırmadım çünkü 1978'lerde öyle bir terim yoktu -- ama düşündüğüm buydu. ve böylece oyunu yaptık, ve devamlı olarak gelişim gösterdi, 1.2 metreye 1.2 metrelik pleksiglas bir yapıya ulaşıncaya kadar. ve 4 adet pleksiglas katmanı var…………………

BARIŞ AŞKINA! GELECEK NESİLLER AŞKINA!


Devamı »

ÇOK KORKUYORUM ANNE!

11 Temmuz 2013
0 yorum

“Hayatımız düşüncelerimizin yarattığı bir şeydir.” Marcus Aurelius


Ama o tokat var ya.. (Tokatın hikayesi: http://senneistiyorsunbetul.blogspot.com/2013/07/suclu-ayaga-kalk.html)  o tokattan sonra “EVET, KABUL! Şu ana kadar benim kontrolümde veya kontrolüm dışında ne olduysa oldu! Şu an tüm bunlardan rahatsızım, mutsuzum, yaşadığım hayat istediğim hayat değil!” dedim. (Çok cesurca mı geldi? Sakın ha böyle düşünmeyin, aksine çok korkuyordum!) 
 
 Ama bir sorun vardı: “Şimdi ne yapıcam? Ne yapmalıyım ki bu durumu değiştirebileyim?” halleri içinde sancılar! Bazen yüreğimde, bazen karnımda, bazen boğazımda…

Şimdi gözüne ışık tutulmuş ve öylece donakalmış bir tavşan düşünün. Bakakalmış, şaşkın. Bu BENİM o zamanki hallerimden biri. Bazılarımız bu halde kalıyor, bu donmuşlukla bitiriyoruz hayatı. Aslında o donmuşluğa sebep olan da o ışık değil! Korkular … Sadece korkular mı, elbet değil. Yargılar, varsayımlar, kendimize uydurduğumuz yalanlar! Burda da yine başroldeler. Ben ve etrafımdaki dünyayla inşa ettiğim benliklerim içinde o zamanlar başrol görevi onlardaydı.  Doğduğumuz andan itibaren -bilim adamları buna anne karnına düştüğümüz andan itibaren de diyorlar- herkes ve her şey ben(l)i(klerimi) inşa ediyor(muş)!

Sorumluluğun ardından (veya eş zamanlı olarak) fark ettiğim en önemli şeylerden biri ise her şeyi ne kadar zorlaştırmış olduğumdu! Ya da her şey zor olmalıydı. Başarının önemsenmesi için en zor olan şeylerin yapılması gerekiyordu. (Kim bilir 20 yıl akademisyenlik yapma nedenlerimden biri de budur. Kolay değildir akademisyenlik. Gece gündüz, okur, üretir, öğrenir ve öğretirsin… )

Ve sonrasında fark ettiğim bir diğer gerçeklik;

“Hayatımız düşüncelerimizin yarattığı bir şeydir.” Marcus Aurelius

Düşüncelerimin ve hatta sadece bana ait olmayan düşüncelerimin, dünyamı yarattığını anladığımda o korkuların, yargıların, …. nerden geldiklerini de anlamıştım. İnançlarım, alışkanlıklarım, bağımlılıklarımın nasıl bana ait olduklarını fark etmek de pek hoşlanmadığım bir şey olmuştu.  

Korkularımdan bahsettim yukarda. Evet, bu yolculukta sürekli fark ettiğim bir diğer kendimle ilgili farkındalık  korkularımdı. Korkularımı yazmak sayfalar doldurur, ben en iyisi korkularımızı anlatan ve beni çok etkilemiş olan en sevdiğim yazılardan birini sizlerle paylaşayım: 
 
“En büyük korkumuz ne kadar küçük olduğumuzu bilmek değildir (Öyle midir?)

En büyük korkumuz ne kadar büyük olduğumuzun farkına varmaktır (Büyük olmak?)

Bizi korkutan karanlığımız değil, ışığımızdır (Işık mıyım yani BEN?)

Yanıtından korktuğumuz soru şudur:

Ben kimim ki bu kadar harika, yetenekli ve güçlü olabileyim?”

                                                                                                                                   Marianne Williamson

Devamı »
 
Blogger tarafından desteklenmektedir.

Kategoriler

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Günün Sözü

“Hayatının, yalnız sana ait olduğuna karar verdiğin gün senin dönüm noktandır. Özürler ya da bahaneler olmadan, dayanacak, güvenecek veya suçlayacak başka kimse de aramadan. Bu armağan senindir. Bu harika bir yolculuk ve onun kalitesinden sorumlu olan da sadece sensin.

İşte hayatın gerçekte o gün başlar.” - Bob Moawad


"Uzak ve imkansız gözüken bir şey, bir anda yakın ve mümkün olabilir" Tolstoy

Facebook Beğen

Share to Facebook Share to Twitter Stumble It Daha Fazla...

Ne Yapmalı?

Hürriyet

Bana Dair

"Hayat benim için bir mum değil. O, benim için sonraki nesillere devretmeden önce mümkün olduğu kadar parlak bir şekilde yakmak istediğim görkemli bir meşaledir!"
G.B. Shaw
Bana dair tek söyleyebileceğim şey "Evren Üniversitesi, Dünya Fakültesi, İnsan Olma Bölümünde halen öğrenci olduğum...
Ve en büyük isteğim: "Sevgi sarsın insanlığı!"

© 2010 Sen Ne İstiyorsun Betül? Design by Dzignine
In Collaboration with Edde SandsPingLebanese Girls