PARAMPARÇA KALBİM VAR BENİM....

19 Temmuz 2013
0 yorum
Bir gün genç bir adam, kasabanın ortasında tüm vadideki en güzel kalbin kendisine ait olduğunu iddia etmeye başladı. Büyük bir kalabalık toplandı ve hepsi adamın kalbine hayran oldular. Çünkü adamın kalbi mükemmeldi. Üzerinde hiç bir iz  veya kusur yoktu.


Evet, hepsi kanaat getirdiler ki, genç adamın kalbi gördükleri en güzel kalpti. Genç adam cok gururlu bir sekilde kalbiyle ilgili daha da bir abartarak konusmaya devam etti.
Birden yaşlı bir adam kalabalığın önünde belirdi ve şöyle dedi:
'Senin kalbin benim ki kadar bile güzel değil?'
 
Kalabalık ve genç adam yaşlı adamın kalbine baktılar. Güçlü bir sekilde atıyordu ama yara bere izleriyle doluydu. Bazı yerlerinde eksik parçalar vardı ve yerlerine tam da uymayan başka parçalar konmuştu üzerine. Bazı yerlerde tüm parçanın eksik olduğu derin oyuklar vardı.

İnsanlar şaşırmıştı. Bu yaşlı adam kalbinin daha güzel olduğunu nasıl söyleyebilir diye düşündüler. Genç adam yaşlı adamın kalbine baktı ve durumunu görüp güldü.

'Herhalde dalga geciyorsun!' dedi.

'Kalbini benimkiyle bir kıyasla, benim ki mükemmel ve senin ki yara bere izleriyle dolu ve  kopmuş parçalarla mahvolmuş durumda.'

'Evet' dedi yaşlı adam. 'Senin ki mükemmel görünüyor ama kendimin kini asla senin kiyle değiştirmezdim. Her iz sevgimi verdiğim bir kişiyi temsil ediyor. Kalbimden bir parça kopardım ve onlara verdim ve çoğunlukla onlar da bana kalplerinden bir parça verdiler ve bu parça bende eksilen parçanın yerine girdi. Parçalar birbiriyle aynı olmadıklarından bazı kenarlar tam oturmadı ki, bundan çok memnunum çünkü bana paylastığımız sevgiyi hatırlatıyorlar. Bazan kalbimden parçalar verdim ve verdiğim kişi kendi kalbinden bir parça geriye vermedi. Bunlar da bana bu kişiler icin duyduğum sevgiyi hatırlatıyorlar ve umuyorum ki bir gün, kalbimde bekleyen boşluğu kendi kalplerinden bir parça ile dolduracaklar.'
'Dolayısiyle gerçek güzellik nedir, görebiliyor musun?'

Genç adam yanaklarından süzülen yaşlarla ayağa kalktı. Yaşlı adama doğru gitti, kendi genç ve güzel kalbine uzandı, bir parca kopardı. Bu parçayı titreyen elleriyle yaşlı adama sundu. Yaşlı adam parçayı kabul etti, onu aldı ve kalbine yerleştirdi. Daha sonra kendi izler taşıyan yaralı kalbinden bir parça kopardı ve genç adamın kalbine yerleştirdi. Parça kalbe uydu ama mükemmel değil. Genç adam kendi kalbine baktı, artık mükemmel değildi ama her zamankinden daha güzeldi, çünkü yaşlı adamın kalbinden sevgi onun kalbine akmıştı.
Yazarı bilinmiyor....
Devamı »

NE SÖYLESEM BOŞ!

0 yorum

Gece… Sessiz… Martı sesleri var çığıl çığıl penceremde… Yine çayım elbet yanımda… Bir yandan Şebnem Ferah söylüyor: “Okyanus”


“Ne söylesem boş... Ne söylesen...o da boş... Herkes kendi hayatının kitabını yazmak için var! Bu kadar..... “diye bir ses konuşmaya başlıyor benimle! Dinliyorum! Yer yer karıştırıyorum sesleri… ben mi O sesim, O’mu benim sesim… Bilmiyorum!
Yaşamak…. Sevmek, üzülmek, mutlu olmak, ağlamak, kızmak, bağırmak, gülmek…. Hepsi aslında bir kitabın sayfaları için mi o zaman! Her biri harfler mi, kelimeler mi, cümleler mi?....  Ve hatta nokta, virgül, ünlem, soru işareti mi?

Herkes kendi kitabını yazıyor, evet…  kendi kitabını… Kim memnun yazdıklarından… SEN…. bu yazıyı okuyan SEN… memnun musun kitabına  yazdıklarından?

Yazdıkların arasından  silmek istediğin bir şeyler var mı?....Ne var?Biliyor musun kitabına yazdığın her harf bir kere yazıldı mı silinmiyor!? Hiçbir silgi silemiyor yazdıklarını! Ondan bin düşünüp bi yazmak lazım(mı acaba!) Ya da amaaan sende deyip yaşamak mı olduğu gibi, geldiği gibi? Hangisi? Derin mevzuu…. (Kalemimin ucundan gelirse bi şeyler yazarım bi gün…)

Ne yazmak istiyorsun? Ve ne yazıyorsun? Hayat bu iki soru arasında bir oraya bir buraya gidip gelen sarkaç gibi! Bu sarkacın ucuna tutunmuş bir ordan bir buraya saçlarım uçuş uçuş tu ne güzel… Taa ki benden biri “Sen Ne İstiyorsun Betül? “ diye sormaya başlayınca bozuldu oyunum!

Küçük bir çocuğun masum hıçkırıklarıyla ağlamaya başladım! Ne yazdığımı bile anlayamadığım için, fark edemediğim için. Sanki başka bir dilde yazılmış gibi(ydi) benim kitabım! Sahi sen anlıyor musun kitabına yazdıklarını? Kalbim kırıktı, umutsuzdum, inanmıyordum mutluluğa…..

Ve gerçek yolculuğum o zaman başladı! Sadece bana ait olan yolculuğum ve bu yolculuğun kitabı… Gerçekten bana ait kitabımı işte o zaman yazmaya başladım. Ya da ne yazdığımı bilerek, anlayarak, fark ederek yazmaya başladım…  Bu nasıl bi şey? Anlatması kolay değil! Tuzlu ama tatlı, sıcak ama soğuk, uzak ama yakın ….. gibi.. Tüm tezatları içine barındıran bir oyunda hem yönetmen, hem senarist, hem oyuncu, hem kameraman, hem makyöz…. Hem…..
Ne kadar süre önceydi! Bilmiyorum! Bildiğim tek şey şu: “Ne söylesen boş… Boşuna nefesini tüketme! Ben kendi kitabımı yazıyorum! Ve biliyor musun ÇOK eğleniyorum…..Nokta!!!”

Eileen Caddy’den rasgele bir sayfa açtım şimdi, bakın ne yazıyor?
“Mucizelerin farkına var

Etrafında devamlı olan mucizelerin ve harika oluşumların farkına var. Günlük yaşamın sıradan şeyleri içinde kendini meşgul edip Benim mucizelerimi gözden kaçırmak çok kolaydır. Yaşam asla sıkıcı değildir; en heyecanlı şeylerle dolup taşarak akıp gitmektedir o.”

Devamı »

ORKESTRADA BİR KEDİ!

17 Temmuz 2013
0 yorum

Bir orkestra kurmaya başladım yıllar ve yıllar önce….



Bebektim, tam olarak nasıl yapacağımı bilmiyordum! Ama hayatta sesim çıksın da  istiyordum. Bende VARIm demek istiyordum, bebek aklımla! Bas bas bağırıp ağlamak dışında bir şey de bilmiyordum! Ah BEN…. Ne çaresizmişim!
Sonra büyümeye başladım… O sırada annem, babam, teyzem, eniştem, erkek kardeşim, abim, ablam, dedem, komşu, öğretmenlerim, arkadaşlarım ,…… , aklıma gelmeyen onlarca kişi….. orkestramı oluşturmaya başladılar… Öyle ya, ben küçüktüm. Ne anlardım öyle orkestra kurmaktan falan! Sonra her kafadan sesler duymaya başladım :” Şu iyi çalıyor, kalsın, şu kötü çıkar… Şu şarkı güzel olur, şunu çıkar… Ayyy sen ne biçim yönetiyorsun! Beceremiyorsun bu işi sen? Ben yaparım, dur… Olmuyor, olmuyor…  

Sonra büyüdüm, büyüdüm…. (Pınar’la büyüdüm… J) Bu kadar çok kişi bana orkestramı nasıl kuracağımı öğretmeye başlayıp, her aşamaya karışınca kafam karıştı! Beceriksiz olduğuma inandım! Eli kolu bağlı ama bunun farkında olmadan orkestrayı BEN oluşturdum sandım! MUTLU olduğumu sanıyordum. BEN BAŞARDIM sanıyordum! Türk filmi senaryosu tadında mutlu sonda yaşayıp gidiyordum…

En sonunda kafama saksı düşmedi ama bi şey DANK DANK vurmaya başladı kalbime! Ve en sonunda da şu “Sen Ne İstiyorsun Betül?”sorusunu sormaya başladım! O ana kadar hep “SEN  NE İSTİYORSUN ANNE ?” vardı, ““SEN  NE İSTİYORSUN BABA, TEYZE, AMCA……… ?” vardıhep hayatımda! Ve bunun için BEN dışındaki herkes ve her şey  BENİM HAYAT ORKESTRAMI yönetiyorlar(dı), ama aslında kötü niyetleri yoktu! Biliyorum!  Çünkü hepsi de benim için en iyisini biliyorlar(dı), gerçekten iyi niyetliler(di)… (Buna yürekten inanıyorum, valla öylesine yazmıyorum!) Onlarda kendi doğrularını yaşamak istiyorlar çünkü… Kendi şarkılarıyla benim orkestramdaki repertuarı, sesleri ve orkestra elemanlarını belirlemeye çalışıyorlar! Masumca… doğalca…. sessizce….  derinden… yavaşça…. Ve hatta bana repertuarımdaki parçaları beğenmediklerini de söylüyorlar, bunu çıkar, şunu koy diye! de sürekli müdahale ediyorlar(dı)!

Ah bu soru…. Nerden çıktı bilmiyorum! Ne güzel(miş) hayat! BEN dışındaki herkesin hayatını yaşıyormuşum GÜVEN içinde! Bildiğim gibi, ezberlediğim gibi… Oysa şimdi ne zor! Bilmediğim bir ormanda kaybolmuş bir kedi gibiyim! Titrek, ürkek, çaresiz….
BEN olmak nasıl bir şey? Bilmiyorum!


"Bir istiridye komşu istiridyeye dedi ki:"İçimde büyük bir sancı var. Ağır ve yuvarlak; ve bana çok ıstırap veriyor."Öbür istiridye tepeden bakar bir hoşnutlukla yanıtladı:"Göğe ve denizlere şükürler olsun ki benim içimde hiç bir sancı yok. İçimde herşey iyi ve tamam.” O sırada oradan geçmekte olan bir yengeç iki istiridyenin konuşmasını duydu içinde ve dışında herşey tamam olan istiridyeye şöyle dedi:"Evet,iyi ve tamamsın;ama komşunun taşıdığı sancı gerçekte son derece güzel bir inci." HALİL CİBRAN"



 
Devamı »

UZAYA GİDİYORUM!

0 yorum

Betül: Gerçekten hayattan ne istiyorum? Ne istediğimi biliyor muyum? Ne istediğimi biliyorum da bilmiyormuş gibi mi yapıyorum? Belki de ne istediğimi biliyorum ve hatta beynimde de bir istek listem de var! Eee, peki sorun ne?

Olayın dışına çıkıp dışardan gözlemci olarak yazmak istiyorum şimdi:

Gözlemci Betül: “E be Betül, madem ne istediğini bildiğini biliyorsun, hatta beyninde de liste hazır, ne diye sorup sorup duruyorsun? Sen Ne İstiyorsun Betül? diye...Niye yazı yazıvermiyorsun? Kendine işkence ediyorsun? Deli misin kızım sen? diyesim var! öncelikle…. Ve sonra da beynindeki isteklerini yaz bakalım istiyorum… Hadi…”

Betül:

“- Mutluluk,

- Sağlık,

- Huzur,”

Gözlemci Betül:” Hahh ha… Mutluluk, sağlık, huzur… Hayat işte budur? mu diyorsun şimdi…. Devam et bakalım neler çıkacak?”

Betül:

“ - Dünyayı dolaşmak,

  - Güzel bir kariyer,

  -  Gelecek nesillere faydalı olmak,

  - Varlığımı yaşamak,

  - Bolluk-bereket .......

daha devam edeyim mi Gözlemci Betül?  

Gözlemci Betül :”Hıımmm, bunlar biraz farklı oldu gibi sanki… bi de sen buraya uzaya gitmeyi de eklersin şimdi! Tam olur o zaman işte! “
Betül :

- Uzaya gitmek (Seni mi kırıcam Gözlemci Betül!) “

Gözlemci Betül:

“Bu kadar mı?

Gerçekten ne istediğin konusunda net misin? Net olsan? Nasıl olurdu? Neler yapardın? Nasıl yapardın? Listele, listele…. Niye icraat yok? Sen politikacı mısın? Laf var, icraat yok!

Hadi şimdi bu listeden 3 tanesini seç. “

Betül: “Tamam seçtim: Sağlık, Kariyer, Huzur olsun…. “

Gözlemci Betül:

“ Oku bakalım şimdi aşağıdaki yazıyı…

“Korkularınıza harcadığınız kadar çok enerjiyi, hayallerinize de harcadığınızda, mucizeler gerçekleşmeye başlar.”  Richard Wilkins

 Betül: "Bu ne şimdi?"
Gözlemci Betül: "Sen ne anlarsan Betül!"

Betül : " :-("

 
Devamı »

CANIM YANIYOR!

16 Temmuz 2013
0 yorum

“İstemek insanın canını yakar!”…..


Mis gibi çay kokusu sarmış evi, kalemim yazıyor yine, dalmışım…. derinlere…  Öyle bir noktaya geldim ki yazarken, yazmaktan korktum! Yazacaklarımdan!

Ben hazır mıyım ne istediğimi bilmeye, öğrenmeye?  Offf, ki ne offfff… Sıkıldım… Kafam dağılsın istedim, arkama yaslandım, bir yudum çay içtim pembe çiçekli fincanımdan…
 
 
Saçım başım dağılmış, parmaklarım kalemin şeklini almış adeta…kolum ağrımış yazmaktan… Beynim zonkluyor! Hazır mıyım? Sorusu ağır geldi. İstemek ve hazır olmak ne demek? diye mırıldandım.. Etrafta biri görse bu kadın deli mi ne , kendi kendine konuşuyor diyecek!

Evet ya…. istediklerini bilmek için insanın hazır olması (mı) gerekiyor?
Oturuyorum! Öylece….. Ne kadar bilmiyorum! Sonra gözüme takılan masamın üzerindeki onlarca kitaptan biri! Can sıkıntısıyla açtığım bir sayfa… Karşıma çıkan cümle… inanamıyorum, karşıma çıkan sayfaya ve okuduklarıma..... inananamayacaksınız!
Açtığım sayfada ilk okuduğum cümle:

“İstemek insanın canını yakar!”…..
Gerçekten içim sızladı o an! Kalbimde bi şeylerin aktığını hissettim! Meraklandım daha da...
Konu başlığına baktım. Konu: İstemek! Yok artık dedim! Tesadüf mü bu gene! Kuantum denen şey bu galiba… Sorunca cevap bu kadar çabuk mu geliyor? Şaşkınım. Ya da bu ne? Okumaya başladım merakla… Kısaca size de özetleyeyim.
İstemek kelimesinin iki anlamı varmış. Bunlardan biri arzulamak, diğeri ise bir şeyin eksik olduğu durummuş. Yani;

1)      Bir şeyleri arzulamak için istemek

2)      Eksik olan şeyi tamamlamak için istemek

Eksikliğini hissettiğimiz şeyi istemek ve istediğimiz şeyi hissetmek! İyi de ne istediğimi soruyorum ya derken ardından gelenler sanki cevabın devamı gibiydi. Neyi istiyorsak ve şu anda sahip olmadığının farkına varınca hem istek hem de eksiklik anlamını tecrübe etmekmiş.  Yani bende olmayanın farkına varmak, şu an ki gerçekliğimi tarafsızca ve yargısızca gözlemek… Kendimi kandırmamak! Bir nevi olduğum yerden gerçekten olmak istediğim hale gitmek!

Bu, tam olarak benim duymak istediğim cevap mı? Değil galiba. Ama ”bende olmayanın farkına varma” kısmı bir çizik attı sanırım içime!

Yine çuf çuf yaklaşan soru treni.. Her bir vagonda sorular, sorular, sorular......

Neyi arıyorum?

Ne istiyorum?

Bende olmayan ne?

Niye?

…………………………..

"Her şeyin sizin zihninizde olduğunu, sizin zihinden öte olduğunuzu  ve gerçekten yalnız başınıza olduğunuzu ne zaman idrak ederseniz, işte o zaman her şey sizsiniz." Maharaj

 

 
Devamı »

GÜL BAKALIM!!!

0 yorum
İşte buldum! 

Ne istediğime dair bir şey buldum: “DÜNYA OKULU” adlı bir eğitim  kurmak! Hem de Uluslararası… Nasıl bir okul mu? Nasıl anlatayım? Çoook uzun sürer, en azından bir kısmı için fikir versin isterseniz John Hunter’ın yaptıklarını okuyun ya da videosunu izleyin. Her ne olursa olsun, şikayetleri bir kenara bırakıp önce evimizin önünü süpürdüğümüzde ve sorumluluklarımızı gerçekten yerine getirebildiğimizde niye olmasın? İmkansız diye bir şey yok! İmkansız olsun diye yaşamak var! Ne dersiniz?

Hadi buyrun:

“Bugün burada bulunmaktan büyük mutluluk duyuyorum Çok şanslı olduğumu hissediyorum. Bana aktarılan bu iyi duygulardan çok etkilenmiş durumdayım. Karım Leslie'ye seslendim ve dedim ki "Bildiğin gibi, bir çok iyi insan var çok fazla iyi şeyler yapmak için çaba harcayan Sanki "bir melekler topluluğunun ortasına inmiş" gibi hissediyorum. Bu gerçek bir duygu. Fakat artık konuşmama başlamalıyım -- saatin ilerlediğini görüyorum.

Ben bir devlet okulu öğretmeniyim, ve sizlerle müdüremiz ile ilgili bir hikaye paylaşmak istiyorum. Onun Adı Pam Moran Virginia, Albermarle İlçesinden, Blue Ridge Dağlarının eteklerinde. Ve kendisi bir hayli ileri-teknolojik bir amirdir. Akıllı yazı tahtaları kullanır, blog yazarlığı yapar, Tweet'ler, Facebook kullanır, kısacası bu ve benzeri ileri-teknolojinin araçlarını etkin kullanır. Hem bir teknoloji lideri, hemde bir eğitici liderdir. Fakat ofisinde eski ve yıkık dökük ahşap bir masa vardır-- yeşil boyası pul pul soyulmuş, hatta köhne denilebilecek bir masa. Ona dedim ki, "Pam, sen modern ve bunu en iyi şekilde hayatına yansıtan bir insansın. Bu eski masanın ofisinde olmasının sebebi nedir?"

Bana dedi ki, Bildiğin gibi ben Güney-Batı Virginia'da büyüdüm, Kırsal Virginia'nın kömür madenlerinin ve tarım alanlarının olduğu bölgesinde, ve bu masa büyük babamın mutfağında dururdu. Biz oyun oynamaktan döndüğümüzde, o da tarlayı sürmekten ve çalışmaktan döndüğünde her akşam masanın etrafında otururduk. Ve bir yandan büyürken, bir yandan çok şey öğrendim çok fazla kavrayış ve bilgelik bu masanın etrafında ortaya çıktı, Ben de onu bilgelik masası olarak adlandırmaya başladım. Büyük babam vefat ettikten sonra, bu masayı yanımda getirdim ve ofisime koydum, ve bana onu hatırlatıyor. Bana zaman zaman boş bir tablanın etrafında neler olabileceğini hatırlatıyor." Sizlere bahsedeceğim proje Dünya Barış Oyunu adını taşıyor ve aslında o da bir boş tabla. onu da 21.yy' ın bilgelik masası olarak düşünmek beni mutlu ediyor gerçekten.

Her şey 1977 yılında başladı Genç bir adamdım, ve üniversiteden bir ayrılıp bir geri dönüyordum. Ailem çok sabırlıydı, bir yandan da mistik arayışlarım doğrultusunda Hindistan'a ziyaretler gerçekleştiriyordum. Hindistan'dan en son döndüğüm zamanı hatırlıyorum -- uzun beyaz elbisemin içinde uzun bir sakal ve John Lennon gözlüklerimle, Babama demiştim ki, "Baba, galiba sonunda ruhsal aydınlanmaya ulaştım." Bana dedi ki, "İyi öyleyse, bulman gereken tek bir şey daha kaldı" Dedim ki "O nedir baba?" "Bir iş."  bana bir iş bulmam için yalvardılar bunun üzerine ben de okula başladım ve konum bir şekilde eğitim oldu deneysel bir eğitim programıydı Bu dişçilik de olabilirdi ama "deneysel" kelimesi içinde olduğundan kendimi katılmak için bir nevi zorunlu hissettim.

bir iş görüşmesine gittiğimde Virginia Başkent'te Richmond Devlet Okulu'nda üç parçalı bir takım elbise satın aldım --bu benim görüşme için verdiğim tavizdi, uzun sakal ve afro saçlarımla birlikte platform topuklu ayakkabılarım da dahil olmak üzere -- o zamanlar 70'lerdi-- içeri girdim, oturdum ve mülakatı gerçekleştirdik. Herhalde öğretmen kıtlığı yaşıyorlardı, çünkü amir, adı Anna Aro idi, Özel öğrenciler için öğretmenlik işini aldığımı söyledi. Çok şaşırmış ve sersemlemiştim, ayağa kalktım, ve dedim ki " Peki öyleyse, teşekkür ederim, ama ben şimdi ne yapacağım?" Özel eğitim fazla bilindik değildi. Kullanmak için çok fazla materyal yoktu. Ben de sordum, "Ne yapmalıyım?" Cevabı benim için bir şoktu. Beni sersemletti. Cevabı, o zamandan sonraki tüm kariyerim için kullanacağım şablonu oluşturdu.

Bana dedi ki, " Sen ne yapmak istiyorsun?" Bu soru zihnimi berraklaştırdı. Herhangi bir program direktifi yoktu, bir el kitabı mevcut değildi, özel eğitimde bu şekilde herhangi bir standart yoktu ve zihnimde öyle bir yer açtı ki, bundan sonra ben de öğrencilerim için kendi anlayışları doğrultusunda kendi anlamlarını çıkaracakları bir boş tabla oluşturmaya gayret ettim………………………….


Sizlere bahsetmek istediğim World Peace Game, Şu şekilde başladı: Oyun bir buçuk- iki metrelik bir kontrplak tahtanın üzerindeydi 1978 yılında, şehir içinde bir devlet okulundaydım. Afrika'daki çocuklar için bir ders hazırlıyordum. Dünyadaki bütün problemleri bu kontrplak tablanın üzerine yerleştirdik, ve ben dedim ki, bırakalım da çözsünler. Sadece konu anlatmak ya da kitap okumak istemedim. Onların konunun içine girmesini ve tüm benlikleri ile öğrenmeyi hissetmelerini istedim. Düşündüm ki, oyun oynamayı seviyorlar. Bir şeyler yapmalıyım -- interaktif olarak adlandırmadım çünkü 1978'lerde öyle bir terim yoktu -- ama düşündüğüm buydu. ve böylece oyunu yaptık, ve devamlı olarak gelişim gösterdi, 1.2 metreye 1.2 metrelik pleksiglas bir yapıya ulaşıncaya kadar. ve 4 adet pleksiglas katmanı var…………………

BARIŞ AŞKINA! GELECEK NESİLLER AŞKINA!


Devamı »

ÇOK KORKUYORUM ANNE!

11 Temmuz 2013
0 yorum

“Hayatımız düşüncelerimizin yarattığı bir şeydir.” Marcus Aurelius


Ama o tokat var ya.. (Tokatın hikayesi: http://senneistiyorsunbetul.blogspot.com/2013/07/suclu-ayaga-kalk.html)  o tokattan sonra “EVET, KABUL! Şu ana kadar benim kontrolümde veya kontrolüm dışında ne olduysa oldu! Şu an tüm bunlardan rahatsızım, mutsuzum, yaşadığım hayat istediğim hayat değil!” dedim. (Çok cesurca mı geldi? Sakın ha böyle düşünmeyin, aksine çok korkuyordum!) 
 
 Ama bir sorun vardı: “Şimdi ne yapıcam? Ne yapmalıyım ki bu durumu değiştirebileyim?” halleri içinde sancılar! Bazen yüreğimde, bazen karnımda, bazen boğazımda…

Şimdi gözüne ışık tutulmuş ve öylece donakalmış bir tavşan düşünün. Bakakalmış, şaşkın. Bu BENİM o zamanki hallerimden biri. Bazılarımız bu halde kalıyor, bu donmuşlukla bitiriyoruz hayatı. Aslında o donmuşluğa sebep olan da o ışık değil! Korkular … Sadece korkular mı, elbet değil. Yargılar, varsayımlar, kendimize uydurduğumuz yalanlar! Burda da yine başroldeler. Ben ve etrafımdaki dünyayla inşa ettiğim benliklerim içinde o zamanlar başrol görevi onlardaydı.  Doğduğumuz andan itibaren -bilim adamları buna anne karnına düştüğümüz andan itibaren de diyorlar- herkes ve her şey ben(l)i(klerimi) inşa ediyor(muş)!

Sorumluluğun ardından (veya eş zamanlı olarak) fark ettiğim en önemli şeylerden biri ise her şeyi ne kadar zorlaştırmış olduğumdu! Ya da her şey zor olmalıydı. Başarının önemsenmesi için en zor olan şeylerin yapılması gerekiyordu. (Kim bilir 20 yıl akademisyenlik yapma nedenlerimden biri de budur. Kolay değildir akademisyenlik. Gece gündüz, okur, üretir, öğrenir ve öğretirsin… )

Ve sonrasında fark ettiğim bir diğer gerçeklik;

“Hayatımız düşüncelerimizin yarattığı bir şeydir.” Marcus Aurelius

Düşüncelerimin ve hatta sadece bana ait olmayan düşüncelerimin, dünyamı yarattığını anladığımda o korkuların, yargıların, …. nerden geldiklerini de anlamıştım. İnançlarım, alışkanlıklarım, bağımlılıklarımın nasıl bana ait olduklarını fark etmek de pek hoşlanmadığım bir şey olmuştu.  

Korkularımdan bahsettim yukarda. Evet, bu yolculukta sürekli fark ettiğim bir diğer kendimle ilgili farkındalık  korkularımdı. Korkularımı yazmak sayfalar doldurur, ben en iyisi korkularımızı anlatan ve beni çok etkilemiş olan en sevdiğim yazılardan birini sizlerle paylaşayım: 
 
“En büyük korkumuz ne kadar küçük olduğumuzu bilmek değildir (Öyle midir?)

En büyük korkumuz ne kadar büyük olduğumuzun farkına varmaktır (Büyük olmak?)

Bizi korkutan karanlığımız değil, ışığımızdır (Işık mıyım yani BEN?)

Yanıtından korktuğumuz soru şudur:

Ben kimim ki bu kadar harika, yetenekli ve güçlü olabileyim?”

                                                                                                                                   Marianne Williamson

Devamı »

"KADERİM!" SE ÇEKERİM!?

0 yorum

Hayat Zor!


Kurban olmak! Evet o dönemlerde  kurban olmuştum. Kurban olmak için her şeye sahip oluyor ve her şeyi yapıyordum.  Kurban olmak…. Kaçış… kendinden.. hayattan…. Başka? Hadi hadi boş verin bunları!

 
Kurban olmak, sorumluluktan kaçmakmış aslında. En azından benim için öyleymiş. Sizi bilemem (SİZİ, SİZDEN DAHA İYİ KİMSE BİLEMEZ!)  Burda şunu belirtmeliyim; kurban derken hani şu eski Türk filmlerindeki sahneler gelmesin gözünüzün önüne.  Yani bir şey olmuyorsa, yapamıyorsam, kötü şeyler başıma geliyorsa, anlaşmazlıklarım, yolunda gitmeyen şeylerim varsa v.s kendime ve etrafa kızgınlık, olaylara kızgınlık, sisteme kızgınlık, acizlik ve değersizlik duygusunu derinden  hissetmek;  ama her şeye layığım, bu benim hakkım! diyerek de tüm bunları görmezden gelmiş bir şekilde sadece nefes almaya devam etmek! Dedim ya insanın kendine yalanlarını anlaması (pardon) kabul etmesi kolay değil diye!
Kurban rolü aslında kolay olan yol! Kendini kendine duyurmak için kolay bir yol! Kendini kendine duyurmak. Yürek lazım, cesaret lazım, azim lazım, kararlılık lazım…..  Öyle ya, bu rolü bıraktığın an, başka bir roldesin! Bilmediğin bir rol! Bilinmezlik korkutuyor(muş).

İlk yaptığım şey ya da yapmaya çalıştığım; hayatımın sorumluluğuna EVET demek oldu! Böyle başladı bendeki değişimler (sanki). Değişim yolculuğuma ilk adımı atma aşamalarım; “tokat” bir, sorumluluğumu kabul etmek ise iki! Kapkaranlık bir orman düşünün, bir ev var burda… Evin içi de karanlık, içerde eşyalar, sandıklar… Her yer farkında bile olmadığım bir sürü BENle dolu! Her şey kilitli, yargılarla, düşüncelerle, korkularla! Onlarca.. Belki de yüzlerce! Kimbilir(di)!


En çok arkasına saklandığım paravanım ne yaşıyorsam bunun benim kaderim olduğuydu. Bilirsiniz işte; her yaşanılan olayda “ Evet, bu benim kaderim” diyerek Allah’ın yarattığı en yüce varlık olan “BEN”e ne çok hakarette bulunmuşum meğer.

Sorumluluklarıma EVET dedim, dedim de bu öyle kolay bir EVET ol(a)madı! Hatta hala zaman zaman EVET demekte zorlanıyorum, o zaman soruyorum kendime “bu sana ne söylüyor?” diye. Sorumluluk demek, seçimlerin sonuçlarına ve bu sonuçlarla yaşamaya EVET demek aslında! “ Darel Rutherford seçimlerimizle ilgili ne güzel bir söz söylemiş: “Hayat seçimlerden ibarettir ve seçim yapmak kişinin kendini keşfetme sürecinin bir parçasıdır”. Aynen öyle, her seçim aslında yeni bir yol gibi ve bu yolda insan kendine ait başka bir beni de keşfediyor.

Sorumluluklara EVET demek, seçimlere ve dolayısıyla yaşanılan hayata da EVET demek. Seçimlerim! Burda şu çelişkiye düşüyordum hep! Kendi kendime kurban rolümü oynarken “Ama bunu yapamazdım ki, O(nlar) bana izin vermedi ki!, O(nlar) yaptırmadı ki!, O(nlar) söylemedi ki!, O(nlar) uyarmadı ki!” (uzayıp giden bir liste), bir sürü bahaneyi bir kenara bırakabilmekti.  

Burda kolay olmayan şey EVET, “O” öyle yaptı, “BU” böyle yaptı da, tüm bunlar olurken ““BEN” ne yaptım?”! diyebilmekti. Tamam, diyelim ki tüm bunlar olurken bir şekilde izin verdim, küçüktüm, güçsüzdüm, çaresizdim, bilmiyordum. Veya her neyse!
Niye tamam ben bunu seçtim artık başka seçeneğim yok diyerek o minicik evi daha da daralttım, içine sıkıştırdım kendimi!? Bana huzursuzluğumu, mutsuzluğumu fısıldayan BEN’e niye kulaklarımı tıkamıştım? Ya da niye “ayyy ne kadar mutluyum, iyiyim” diye eller havaya modunda ordan oraya zıplayıp durmuştum!? “Nasılsın?” diye sorulduğunda “Nasıl olayım, iyi diyelim iyi olalım. Hayat zor ….. “ söylemine niye sürekli dalmayı tercih etmiştim!? Madem bir şeyler huzursuz ediyordu beni ve ben bunu fark etmiştim, niye bir şeyler yapmamıştım!?
Şikayetlerim ve sızlanmalarım dilime dolanan şarkı gibi niye benimleydiler!?
Devamı »

SUÇLU AYAĞA KALK!

08 Temmuz 2013
0 yorum
“Gerçekten ne istiyordum?

Anlamlandıramadığım, adlandıramadığım büyük bir boşluk hissediyordum sadece! Ve bu boşluğa doldurduğum bir sürü bahaneler, varsayımlar, inançlar, sözler vardı. Aslında gayet güzel bir işim, inişli çıkışlı da olsa (HERKES gibi) bir hayatım, sağlığım, kariyerim,…. Ama nedensiz bir şey! Sürekli “bu değil!, bu değil! diyen bir iç ses!
Ne istediğini bilmeden yaşamak! Bu nasıl bir şey? Olana razıymış gibi ama aslında razı ol(a)mamak… İçindeyken fark edilmeyen, ne zamanki dışına çıkıldı “vayyy!” dedirten bir durum.
Gerçekten ne istiyordum? Bu sorunun cevabı öyle hemen verilebilecek bir cevap değil!

Sonra öyle bir şey oldu ki; belki ufacık ama, bir kırılma noktası! “Her şey bir anda olmaz ama her şey AN!da olur” demiş Ausey. Evet, benim içinde böyle oldu. Çoğu kez her şey bir anda değişti diye başlayan hikayeler vardır! Ama benim için böyle olmadı. Belki de öyle olmuştur, ne önemi var ki şimdi… Hayat bir yol değil mi? Bu yolda her an aslında değişmiyor muyuz? Her karşılaştığımız insan (bizi üzse de sevindirse de), her yaşadığımız olay (iyi veya kötü) bizim için değil mi? Böylece her an değişmiyoruz? (Bu satırları okumadan 5 dakika önce şimdiki siz miydiniz!)

Nasıl yani, bana zarar veren, kızdıran, herkes ve her şey bana hizmet mi ediyor? O zamanlar buna cevabım “saçmalık, hayır elbette… “ idi. Hele birde hayatında her ne varsa sen seçiyorsun dendi mi, kalbim sıkışırdı kızgınlıktan! İnanması güç olsa da şimdi biliyorum ki; EVET her ne geldiyse başıma bunu BEN seçtiğim için geldi!

Her neyse… Her şey bir anda olmadı, bu bir yoldu ve benim yolumdu diyorduk! Bir gün değil ama birçok günlerden birinde BİRİ ( Ne bir dost, ne de akraba, bu soruyu bana yeni tanıştığım ama dobra olan  biri sordu! İyi ki de sormuş…O’na burdan teşekkürlerimi sunuyorum))  bana “sen hiç aynaya bakmıyor musun?” dedi. “Niye sordun ki?” diye cevapladım sorusunu. “Gözlerin her şeyi söylüyor. Mutluluk maskeni çıkar. Senin ve kızının sadece ve sadece mutluluğa ihtiyacı var. Kızının senden istediği sadece mutlu bir anne!”
“Senin mutlu Betül’e, kızının da mutlu bir anneye ihtiyacı var! Başka hiçbir şeye değil! Git aynaya bak!” Hala kulaklarımda çınlar bu ses. Şiddetli bir tokattı bu! Hem de çok şiddetli bir tokat. O dönem doktoramın tez aşamasında gece gündüz çalışan, bir yandan üniversite hocalığına devam eden ve hatta kızımın kreşinde de  ders veren bir anneydim! Mutluyum, iyiyim, her zaman değil ama genellikle her şey yolunda diye de dolanıyordum etrafta. Mutluluğun başarı olmadığını, para olmadığını, kariyer olmadığını iyi annelik yapmak olmadığını yani aslında sahip olduklarım olmadığını henüz bilmiyordum! Mutluluk benim için; başkalarının aferinleri, giydiğim kıyafetler, bindiğim araba, yaşadığım ev, gittiğim yerler, konuştuğum insanlara ………………………………………………………. bağlıydı! (MUTLULUK sizin için tam olarak  ne demek?)
Mutluluk deyince kısa bir öykü geldi aklıma, paylaşmak isterim. Yaşlı kedi, kuyruğuyla oynayan yavru kediye niye kuyruğunu kovaladığını sormuş. Yavru kedi “Bir kedi için en güzel şeyin mutluluk olduğunu ve mutluluğunda kuyruğum olduğunu söylediler, bu yüzden kuyruğumu kovalıyorum, yakaladığımda mutluluğa kavuşacağım” diye cevap vermiş. Ve sormuş yaşlı kediye “Gerçekten öyle mi? Mutluluk kuyruğumda mı?” Yaşlı kedi “Bende mutluluğun kuyruğumda olduğunu düşünüyordum. Ama ne zaman onu kovalasam benden uzaklaştığını gördüm,  kendi yoluma gittiğimde ise hep peşimden geldiğini!” diyerek cevaplamış!

Benim yolum neydi?

Sizin yolunuz ne?

Devamı »

YALAN SÖYLEDİM...

05 Temmuz 2013
0 yorum

Kendime yabancıymışım, yalancıymışım! 

İnsanın kendine yalancı olması… Aslında fark edilmesi en zor olan yalan bu olsa gerek. Karşısındakinin yalan söylediğini kaşından, gözünden, sesinden, duruşundan bir şekilde anlamaz mı insan?  Ama kendine yalanını fark etmek, daha doğrusu kabul etmek! Dikkat edin “kabul etmek” diyorum. Bilmek başka, kabul etmek başka bir şey Bilsen de, fark etsen de kabul etmek! Evet, ben bu konuda kendime yalancıyım! diyebilmek, yürek ister(miş)!
Gelecekten, “gelecek güzel olacak” derken bile her berbat şeyin beni bulacağına inanarak öyle ümitsizmişim ki aslında! Her şey beni bulur, hep benim başıma gelir diye düşünür ve hatta üstümde yağmur bulutuyla dolaştığıma bile inanırdım o sıralar. Olaylar öyle üst üste geliyordu ki! İsyan içindeydim. Sessiz, güçsüz ve çaresizce!

“Ve öyle bir gün geldi ki, sıkı bir gonca olup kalmak, çiçek olup açma riskinden daha acı vericiydi” (Anais Nin). İşte o tokat sıkı bir gonca olarak onca acıyla (bazen fark ettiğim bazen de yok olarak varsaydığım)  artık yaşayamayacağımı anlattı bana! KENDİME kör, sağır, dilsiz, ayaksız, elsiz biri gibiydim. Bir yandan da kendim dışında herkesin gözü, sesi, kulağı, ayağı, eli, bedeni ve hayatıydım!

İçimdeki kapıları açmıştım açmasına da, hepsine hala uzaktan ve korkuyla bakar haldeydim! “Kendine güven! Motivasyonunu yüksek tut! Her şey sende bitiyor! Gücünü fark et! Kendini fark et! Her şey kolay! Her şeyi sen seçiyorsun! (o sıralar en gıcık olduğum cümle)….. “ gibi oluşturabilecek bir sürü öğüt, öğreti, kitap ve eğitimle sarmalanmış halde “İYİ DE, TAMAM DA…  NASIL?” diye soran, şaşkın şaşkın etrafına bakan bir tip olarak yaşamaya devam ettim uzunca bir süre. 


Ben kendimi bilmeden, kendim olmadan tüm bunların somut bir şeyler yapmam da faydası olmadı ama tüm bunlar gün be gün bana çok şey kattılar. Sadece hep ne yapılması gerektiği vardı, sonuç vardı ama sonuca giderken nasıl yapılacağıyla ilgili bir şey yoktu benim için!

Bilmek ama yapamamak, olamamak! Her şeyi biliriz de, uygulamaya ve bildiğimizi “OL”maya gelince yabancılaşırız bildiğimiz her neyse! Bende o durumdaydım işte.

OLmak! Görünenin arkasındaki ÖZ”ü farketmek…… Mutlu olmak için önce MUTLULUK Olmak! Nasıl yani? Nasıl anlatılır ki bu, belki Goethe’nin şiiri bunu anlatmama yardımcı olabilir:

“Mülkiyet:
Biliyorum ki ben;
Ruhumdan akıp gelmek isteyen düşünceler dışında
Hiçbir şeye sahip değilim.
Biliyorum ki ben,
Tatlı bir sevgiyi, küçük bir sevinci tattığım anlar dışında,
Hiçbir şeye sahip değilim.”


Ne dersiniz? 
Devamı »

KENDİNE DOĞMAK

03 Temmuz 2013
1 yorum

Doğum sancısından beter geçen günler, haftalar, aylar, yıllar.. Doğum dediğin bir gün iki gün sancı çekersin acının en yoğun olduğu an vardır! Sonra bir nefesle tüm acılar biter! Büyük bir huzur, derin bir mutluluk… Ve dünyanın en değerli varlığını alırsın kucağına!

Doğum bana kolay geliyor şimdi! Günlerdir, aylardır, hatta yıllardır çekiyorum bu doğum sancısını! İnsanın dünyaya doğması kolay aslında. En zoru KENDİNE DOĞMAK! Kendine doğmak…. 

Önce yaşamadığımı fark ettim.  Yaşamanın anlamı o nefes al, ver olayı değilmiş! Nefes almak hayatı; istediğin hayatı çekmekmiş tüm hücrelerine.. kim ne der, ne yapar, nasıl tepki verir demeden.. korkusuzca nefes alarak.. tüm hücrelerine, hücrelerinin her bir milimine… Nefes almak… özgür olmakmış onca sınırların, engellerin, korkuların, seslerin içinde… Nefes almak, bütün olmakmış kendinle ve tüm yaradılmışlarla….

Ve nefes vermek… Aldığın her nefesin her zerresinin bedeninde, zihninde ve ruhunda huzur, sevgi, bütünlük ve varolmakla dolandığını bilerek yine bütüne geri vermek… Her nefes verişte bir sonraki adımda alacağın nefesin heyecanını hissetmek…


Kendime doğuyorum! Ve diyorum ki;

"Dünyaya nasıl göründüğümü bilmiyorum; ama ben kendimi, henüz keşfedilmemiş gerçeklerle dolu bir okyanusun kıyısında oynayan, düzgün bir çakıl taşı ya da güzel bir deniz kabuğu bulduğunda sevinen bir çocuk gibi görüyorum." Isaac Newton

Ve bunu yaparken;

"Başka birisinin sana (bana) çiçek getirmesini beklemeden,
 Kendi bahçeni (bahçemi) yarat(tım).
 Ve kendi ruhun(m)u kendin(m) süsle(dim).
 Göreceksin (Görüyorum) ki  dayanıklısın (dayanıklıyım), kuvvetlisin (kuvvetliyim)...

 Ve sen (BEN) çok Değerlisin (DEĞERLİYİM)..."   V.A.Shoffstol
Devamı »

İSTANBUL'UM... AŞKIM!

0 yorum

İstanbul'um.. Dostum, yoldaşım, özgürlüğüm, sırdaşım, gözyaşlarım, kahkahalarım, kim olduğumu cevapladığım Everest zirvesi, yalnızlığım, sevinçlerim, sevgilerim, hayata meydan okuyuşum, dirilişim,  gücüm, nefesim....... AŞKIM!

İstanbul… Akşam vakti geç saatte yorulmuş bir şekilde evine dönerken bindiğin vapurda gitar ve ney eşliğinde “Ayrılık, ammaaannn ayrılık… “ diye derinden ve içten gelen kadife gibi bir sesle insanı aniden keyiflendiriveren, mutlandıran, dinlendiren şehir….

Sonra… vapurun karaya yanaşması sırasında kapıya onca yığılmış insanın içinde, karaya adım attığın yerde koşuşturan insanların arasında her seferinde fark ettiğin ve her seferinde biraz üzüntü, biraz vayyy be haliyle seyrettiğin 5-6 yaşlarındaki (evet 5-6 yaş) erkek çocuk… Dalıp gittiğin dünyanda adımını atmana saniyeler varken, eline aldığı  2 teli kopmuş, tek teli çalışan OYUNCAK gitarıyla para kazanma peşinde olan küçük ama patron olan erkek çocuk…  İşte bu çocuk o ruh haliyle bir kahkaha attırabilir mi insana? Evet… Elbette evet… İstanbul…. Müşterilerine tek telli oyuncak gitarıyla resitaline başlamadan önce doğal bir ihtiyaç belirince napsın!? Minicik bir tahtanın üstüne oturduğu sahnesinden kalkar, yaklaşık 1 metre yakınındaki duvarın yanına gider, döner arkasını ve alelacele yapar çişini… Öyle ya zamansız gelmiştir bu çiş, müşteriler bi telaş vapurdan inmektedirler ve sahne boştur, koşar hemen ve alır eline gitarını… Gel de atma kahkaha… evet demiştim size! Atarsın kahkahayı ama bi gariptir bu kahkaha… sadece bi an… Bir sürü duygu belirir içine. Çocuk öyle ciddi yapıyordur ki işini, profesyonelce, son derece ciddi. Kimseyi umursamadan, elimdeki gitarın sadece tek teli çalışıyor, ben bununla çalamam demeden… elinde ne varsa sadece işine odaklanmıştır ve yapar… Ve kaç yaşındadır çocuk… Ve ne kadar doğaldır, ne kadar dingindir……. Bir sürü sorular başlar için için… Sordukça derine, derinleştikçe başka yerlere gider insan….

İşte tam bu haldeyken metro merdivenlerinden inmeye başlarsın yerin kaç kat derinine…. İçin garip, zihnin şaşkın… yerde misin, denizde mi?  Az önce martılarla özgür hissederken kendini yine bi anda ürperen içinle yerin kaç metre altına inmeye başlarsın… Sonra…. Sonra turnike yakınlarından uzaktan gelen bir ses alıverir  seni içine… Kimi zaman bir ud, kimi zaman bir ney, kimi zaman kanun sesi….. Bambaşka bir aleme geçiverirsin fark etmeden, koşuşturan insanların içinde.


İstanbul… Denizinde, havasında, insanında, martısında, kedisinde, yüncüsünde, simitçisinde, yöneticisinde, kadınında, yaşlısında, her şeyinde….. bir şey var… TANIMSIZ!” 



Devamı »
 
Blogger tarafından desteklenmektedir.

Kategoriler

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Günün Sözü

“Hayatının, yalnız sana ait olduğuna karar verdiğin gün senin dönüm noktandır. Özürler ya da bahaneler olmadan, dayanacak, güvenecek veya suçlayacak başka kimse de aramadan. Bu armağan senindir. Bu harika bir yolculuk ve onun kalitesinden sorumlu olan da sadece sensin.

İşte hayatın gerçekte o gün başlar.” - Bob Moawad


"Uzak ve imkansız gözüken bir şey, bir anda yakın ve mümkün olabilir" Tolstoy

Facebook Beğen

Share to Facebook Share to Twitter Stumble It Daha Fazla...

Ne Yapmalı?

Hürriyet

Bana Dair

"Hayat benim için bir mum değil. O, benim için sonraki nesillere devretmeden önce mümkün olduğu kadar parlak bir şekilde yakmak istediğim görkemli bir meşaledir!"
G.B. Shaw
Bana dair tek söyleyebileceğim şey "Evren Üniversitesi, Dünya Fakültesi, İnsan Olma Bölümünde halen öğrenci olduğum...
Ve en büyük isteğim: "Sevgi sarsın insanlığı!"

© 2010 Sen Ne İstiyorsun Betül? Design by Dzignine
In Collaboration with Edde SandsPingLebanese Girls